Bir şeylerin özünü kavradığımızı sanırız, özellikle de bize şeffaf göründüğünde. Bir bardak su mesela – o kadar berrak ki güneşi yansıtır, biz de onun içini tamamen bildiğimizi zannederiz. Oysa en berrak suyun içinde bile gözle görülmeyen parçacıklar dans eder; minik hareketler, akıntılar, gözün yakalayamadığı bir dünya… Ve işte asıl sır da burada yatar: Hiçbir şey, ne kadar şeffaf görünürse görünsün, tamamen örtüsüz değildir.
İnsanlarda da durum çok farklı değildir. Bazen birini “baştan sona tanıyoruz” diye düşünürüz. Sanki çok iyi bildiğimiz bir şarkı gibi. Mesela Ravel’in Bolero’su… Aynı ritim tekrar eder, hep aynı ve tanıdık, ama her dakika biraz daha büyür, kıvrılır, yeni katmanlar eklenir. Dinlerken bir anda fark ederiz ki orada küçük bir dönüş, daha önce duymadığımız bir vurgu vardır. İnsanlar da böyledir; sessiz, küçük kaymalarla, her an kendilerini yeniden kurarak yaşarlar.
Herkesin başına gelmiştir: Yıllardır tanıdığınız biri bir gün öyle bir cümle kurar ki, sanki bambaşka bir hayattan gelmiştir. O an anlarsınız: En açık yüzün bile gölgeleri vardır. Biz insanlar çoğu zaman açıklığı hakikat sanırız. Oysa nörobilim gösteriyor ki algı bir ayna değil, bir inşadır. Beynimiz sürekli filtreler, ekler, düzenler. Yani aslında gördüğümüz şey bile başlı başına bir yorumdur. Peki, gerçekten neyi bildiğimizi söyleyebiliriz?
Gündelik hayatta da bu yanılgıya düşeriz. Her sabah aynı trene binen iş arkadaşınız, bir gün hiç beklemediğiniz bir şeye kahkahalarla güler. Her gün aynı saatte bisikletini çıkaran komşunuz bir sabah bileğinde bir bileklikle çıkar, ama onun anlamını bilemezsiniz. Ya da siz, aynanın karşısında durup kendinize sorarsınız: “Ben gerçekten kendimi tamamen tanıyor muyum?”
Bilim insanları buna “şeffaflık illüzyonu” der. Yani, başkalarının duygularını ve düşüncelerini kolayca okuyabileceğimizi sanırız. Oysa gerçek çok daha derindir. Kimi zaman bir travma, kimi zaman bir hayal, kimi zaman da sadece sessiz bir özlem vardır perde arkasında.
Belki de bizi insan olarak bu kadar büyüleyen şey, tam da bu karışım: Berraklık ile sır, bildiğini sanmak ile bilinmezlik. Biriyle öyle bir yakınlık kurarız ki artık onun tamamen “şeffaf” olduğunu düşünürüz. Ama derinlerde, berrak suyun altındaki akıntılar gibi, her insanda çözülmemiş bir gizem vardır.
Bu hem teselli edici hem de meydan okuyucu bir gerçektir: Asla birbirimizi tamamen çözümleyemeyeceğiz. Ama belki de hayatı heyecanlı kılan da budur. Her defasında yeniden bakmak, dinlemek, sormak… Tıpkı Bolero’nun yükselen ritmi gibi: Sürekli ilerler, büyür, ama bir sonraki notanın sırrını asla tam vermez.
Ve biz de böyle yaşarız: Açıklık ile sezgi arasında, bilgi ile hayret arasında… Her seferinde yeniden şaşırarak ki en berrak bakışlarda bile azıcık bilinmezlik gizlidir.



