Türkiye’de sabah ve gündüz kuşaklarında milyonların izlediği bir ekran gerçeği var: “Reality-show” formatında adalet arayışı. Kaybolanların bulunduğu, aile sırlarının ortaya döküldüğü, skandalların tartışıldığı bu programlar reyting listelerinin zirvesinden inmiyor.
Ama şu soruyu sormadan geçemiyoruz:
Bu programlar gerçekten adaletin hizmetinde mi, yoksa reytingin?
Bir kayıp bulunuyor, bir aile kavuşuyor, kimi zaman bir suçlu ifşa ediliyor… Evet, toplumsal bir fayda olduğu iddia edilebilir. Fakat aynı anda onlarca kişinin özel hayatı, mahrem ilişkileri, yıllardır gizli kalmış sırları milyonların gözü önünde seriliyor.
🔹 Bir kişiyi bulmak için kaç kişinin hayatı ifşa ediliyor?
🔹 Stüdyoda söylenenler, reyting uğruna mı yayına taşınıyor?
🔹 Televizyon kameraları, resmi adaletin yerini mi alıyor?
Programlara çıkan birçok kişi, “gitmek zorundayım” psikolojisine kapılıyor. Oysa ortada hukuken bir zorunluluk yok. İnsanlar gönüllü geldiklerini sansalar da, çoğu zaman toplumsal baskı ve psikolojik kaygılar nedeniyle ekranın bir parçası oluyorlar.
Daha da önemlisi: Bu programlarda söylenen her söz yalnızca milyonlara değil, savcılıklara da ulaşıyor. Zaman zaman bu programlarda dile getirilen bilgiler, resmi soruşturmalara “ihbar” kabul edilerek yansıyor. Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Eğer stüdyoda söylenenler ihbar niteliği taşıyorsa, aynı şekilde özel hayatı ihlal edilen ve masumiyeti zedelenen kişiler için de harekete geçilmesi gerekmez mi?
Kişi programa kendi rızasıyla çıkmış olsa bile, stüdyoda hiç bulunmayan üçüncü kişilerin adlarının geçmesi, ilişkilerinin ifşa edilmesi açıkça kişisel hakların ve özel hayatın gizliliğinin ihlali sayılmaz mı? Bu durumda Türk Ceza Kanunu’nun 134. maddesi (özel hayatın gizliliğini ihlal) devreye girmesi gerekmez mi?
Üstelik burada sorulması gereken başka bir nokta daha var: Stüdyoda kişisel verilerin veya özel hayatın gizliliğinin ihlal edilmesi sadece konuşan kişiye mi aittir? Sunucu, “ben söylemiyorum, konuk söylüyor” diyerek sorumluluktan çıkabilir mi? Türk Ceza Kanunu’na göre, suçun işlenmesine imkân sağlayan, ortamı hazırlayan veya yayına taşıyan da “yardım eden” konumunda sayılmaz mı?
Öyleyse mesele sadece “söyleyene” bakmakla bitmez. Söyleteni çıkaran, konuşturup milyonların önüne getiren, yayına servis eden kanal ve sunucu da bu ihlalin parçası değil midir?
Bir diğer tartışma gönüllülük meselesinde düğümleniyor. Programa çıkan herkes gerçekten özgür iradesiyle mi çıkıyor, yoksa “gitmezsem şüpheli görünürüm” kaygısıyla mı? Stüdyodan çıkmak isteyenlerin çıkışının zorlaştırıldığı iddiaları da zaman zaman gündeme geliyor.
Üstelik mesele sadece orada bulunan kişiyle sınırlı değil. Bir kişi ifşa edildiğinde, onun ailesi, yakınları da bu yükü taşımak zorunda kalıyor. Olayla ilgisi olmayanlar bile kendilerini savunma ihtiyacı hissediyor. Bu durumda şu sorular kaçınılmaz:
Kişisel verilerin korunması nerede kalıyor? Masumiyet karinesi ne oluyor?
Türkiye’nin bu ekran gerçeğinde, belki de en kritik mesele şudur:
Adalet televizyon stüdyolarında aranmalı mı, yoksa hukuk ve mahkemelerin alanına mı bırakılmalı? Reyting uğruna kişisel hakların zedelenmesi, uzun vadede toplumsal güveni nasıl etkiler?
Cevabı hukukçular, siyasetçiler, medya yöneticileri ve en önemlisi toplum vermeli. Çünkü mesele yalnızca kayıpları bulmak ya da sırları açığa çıkarmak değil; aynı zamanda adaletin nerede, nasıl aranacağıdır.
Ve işin en kritik tarafı: Bu tartışma sadece birkaç televizyon programının ötesinde, aslında demokrasinin özüyle ilgili. Çünkü demokrasi yalnızca seçimlerden ibaret değildir; bireyin onuru, özel hayatı ve haklarının korunmasıyla mümkündür. Eğer ekranlarda insanların hayatı reyting için hoyratça sergileniyor ve hukuki mekanizmalar buna sessiz kalıyorsa, mesele sadece basit bir yayıncılık sorunu değil, aynı zamanda demokrasiye olan güvenin de aşınmasıdır.


