Aslında tuhaf bir durum var. Toplum ne kadar eşitlikçi olursa olsun, erkekler üzerindeki “güçlü ol, baskın ol, hırslı ol, asla yıkılma” baskısı da bir o kadar artıyor – ister istesin, ister istemesin. Kadınlar yavaş yavaş eski kalıplardan kurtulmayı öğrenirken, erkeklerin ayağına bu defa yeni zincirler takılıyor. Daha ince, görünmez zincirler. Dışarıdan kimse bağlamıyor, ama bakışlarla, yorumlarla, beklentilerle insanın içine işleniyor. Erkek bu dünyada ne olabilir, ne olamaz… hepsini o görünmez kurallar belirliyor.
Dikkatli bakan bir insan şunu fark eder: Dünyada neredeyse hiçbir yerde erkekler, “zayıf” ya da “duygusal” göründüklerinde artı puan almıyor. Tam tersine. Eşitlik artık siyasi bir tartışma konusu olmaktan çıkmış, normalin bir parçası olmuş ülkelerde bile hâlâ eski kurallar işlemeye devam ediyor. Ama daha ustaca saklanarak. Bir erkek bugün çıkıp “Kendimi güvensiz hissediyorum, ağlıyorum, kariyer istemiyorum, çocuklarla ilgilenmek istiyorum” dese, kimse onu alkışlamıyor. Daha çok kaş çatılıyor. Ve üstü kapalı bir mesaj geliyor: “Tamam da, toparla kendini.”
İşte böyle: modern erkek. Bir yandan eşitlik içinde yaşıyor, öte yandan da görünmez bir tahtın üstünde oturuyor. Oradan inmeye kalkarsa ortalık karışıyor. Çünkü işin püf noktası şu: Toplum ne kadar eşit görünürse görünsün, erkeklerden “statülerini korumaları” bekleniyor. Sanki eşitlik bir sıfır-toplam oyunuymuş gibi: Kadına daha çok alan, erkeğe daha az. Kadın yönetici çoğaldıkça, erkeğin hayallerine daha az yer. Artık sadece eski düzen değil, yeni ve modern toplum da erkeklerden bir şey istiyor. Onlardan hem başarılı, hem de duyarlı, sorgulayıcı, feminist olmaları bekleniyor. Aman dikkat, yoksa statü cambazına dönersin: Güçlü ol ama toksik olma. Başarılı ol ama saldırgan olma. Duygusal ol ama sakın zayıf görünme.
Tabii ki çok şey değişiyor. Bu güzel. Ama her değişim özgürlük getirmiyor. Bazısı sadece yeni kurallar koyuyor. Daha ince, daha gizli, ama sonuçta yine kural. Erkeklere “duygusal olma” diye yasa çıkmış değil. Ama içten içe fısıldayan bir ses var: “Bir şey ifade etmelisin. Zayıf görünmemelisin. Güçlü olmak zorundasın.” Bu ses özellikle eşitliğin yüksek olduğu ülkelerde daha da yüksek çıkıyor. Tuhaf değil mi?
Mesela İsveç’te bir baba, “Yarı zamanlı çalışayım, çocuğumla daha çok vakit geçireyim” dediğinde kağıt üstünde destekleniyor olabilir. Ama geceleri kulağına kim fısıldıyor: “Böyle yaparsan erkeklik sınavını geçemezsin”? Ona kararının eşit değil de, sadece tolere edilen bir şey olduğunu hissettiren kim? Belki hiç kimse. Belki de herkes.
Erkeklerden beklenen şeyler kaybolmadı, sadece şekil değiştirdi. Eskiden erkeklik zorunluydu, şimdi “seçenek” gibi görünüyor – ama sakın ha, seçmemeye kalkma! Özellikle eşitliğin yüksek olduğu yerlerde erkeklik imajı daha da katılaşıyor. Kimse kötü niyetli olduğu için değil. Çünkü o eski statü, görünmez taç, öylece çıkarılıp bir kenara konulamıyor. O taç sürekli devrediliyor: babadan oğula, okuldan okula, iş arkadaşından iş arkadaşına.
Peki bu eşitlik için ne demek oluyor? Çok basit: Eğer sadece kadınların güçlenmesine odaklanır, erkeklerin üzerindeki statü baskısını azaltmazsan, eşitlik eksik kalır. Kızlara “Her şeyi yapabilirsin” demek yetmez. Oğlanlara da “Hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda değilsin” demek lazım. Yukarı çıkma zorunluluğu olmadığını öğretmek lazım. Gücün illa yüksek sesle gösterilmesi gerekmediğini. Sessiz yaşamanın da onurlu olduğunu – rekabetsiz, alfa hareketleri olmadan, unvansız – göstermek lazım.
Erkekler artık statüleriyle kendilerini kanıtlamak zorunda olmadıklarında, herkes kazanır. Kadınlar, erkek sertliğinden korkmaz. Erkekler, sonunda derin bir nefes alır. Toplum da şunu fark eder: Gerçek eşitlik, herkesin aynı şansa sahip olmasıyla başlamaz. Hiç kimsenin, başkaları yerini bulduğunda, kendi yerini kaybetme korkusu duymadığı yerde başlar.


