Hayatta bazı cümleler vardır ki, küçük çakıl taşları gibi gelişigüzel atılmış görünür ama ömür boyu halkalar oluşturarak yayılır. Çoğu zaman bu sözler, bizi en çok seven insanların ağzından dökülür – stres, korku ya da çaresizlik anlarında. Aslında korumak isterler, ama kendi eski, iyileşmemiş yaralarıyla yaşadıkları için ağızlarından, kalbimize kanca gibi takılan cümleler çıkar.
Psikologlar ve travma araştırmacıları son yıllarda daha net ifade ediyorlar: Deneyimler yetişkinliğe adım atınca bitmez. Onlar kuşaktan kuşağa aktarılır – çoğu zaman farkında olmadan. Buna transgenerasyonel kalıplar denir. Bunu anlamak için laboratuvarda çalışmaya gerek yok. Tek bir cümle bile yeterlidir: “Sen hep abartıyorsun.” ya da “Kendine gel, başkalarının durumu daha kötü.” Bu sözler yalnızca duruma değil, duygunun ta kendisine yöneliktir.
Böyle sözleri sıkça duyarsak, kendi duygularımızın hoş karşılanmadığını öğreniriz. Çocukken ağlamanın tehlikeli, ihtiyaçların utanç verici olduğu mesajıyla büyüyenler, genellikle sessiz bir strateji geliştirir: Duygular derine gömülür. O kadar ki, yetişkin olduğunda bile içinde nelerin kaynadığını anlamaz. Soğukkanlı, güçlü görünen birçok yetişkin, aslında çocuklukta kalmış ve hiç yaşanmamış duyguların ağırlığını taşır – bir zamanlar kalbine kazınmış kelimelerin mirasını.
Bağlanma ve gelişim psikolojisi alanındaki araştırmalar şunu gösteriyor: Anne babanın işlenmemiş travmaları, davranışların yanı sıra dille de sonraki nesle yansıyabiliyor. Bu bir ahlaki yargı değil, bilimsel bir gerçek. Duygularını sağlıklı şekilde ifade etmeyi hiç öğrenemeyen birinin, bunu çocuğuna aktarması da kolay değil. Böylece eski cümleler yeni ağızlarda yeniden hayat buluyor.
Belki de en sarsıcı an, insanın kendisini yakaladığı andır. Bir tartışma sırasında ağzından, anne babasından nefret ederek duyduğu bir sözün çıktığını fark etmek… O an bir şoktur, çünkü kalıbı görürsün. Ama aynı zamanda bir fırsattır: Döngüyü kırma şansı. Psikoloji buna “bilinçli ebeveynlik” der – eski kalıpları sorgulama ve devam ettirmeme kararı.
Elbette bu kolay değildir. Çünkü bu sözler kötü niyetten doğmaz. Çoğu, kendi yaralarıyla baş etmeyi öğrenememiş insanlardan gelir. Oğluna sürekli “çok hassassın” diyen bir anne, belki kendi çocukluğunda duyguların tehlikeli olduğunu öğrenmiştir. Öfkeyle “Çünkü ben öyle dedim!” diye bağıran bir baba, belki de çocukken hiç itiraz edememiştir. İçlerinde dile gelmemiş yaralar yankılanır.
Bunu fark etmeye başlayanlar daha yumuşak olabilir – hem kendine, hem de canını acıtanlara karşı. Affetmek zorunda değilsin, ama anlayabilirsin. İşte iyileşme burada başlar. Bazen tek bir duraklama, ağzından çıkacak farklı bir kelime yeter. “Bunun seni incittiğini görüyorum.” ya da “Üzgün olman normal.” gibi sözler, eski yaralara sürülen sıcak bir merhem gibidir.
Belki de en güçlü yan bu: Hepimiz zinciri kıracak kişi olabiliriz. Mükemmel olmak gerekmiyor. Yalnızca dikkatli olmak yetiyor. Çünkü sözcüklerin ağırlığı vardır. Bunu fark eden insan, onları farklı seçmeye başlar. O anda aile içinde yeni bir dil doğar – bir dil ki, çocuklar duygularının tehlikeli olmadığını öğrenir. Bir dil ki, kimse artık başkasından miras kalmış gölgelerle yaşamak zorunda kalmaz.
Belki de bu, çağımızın sessiz devrimi. Gösterişli değil, ama derin ve güçlü. Mutfakta, çocuk odasında, sokakta. Her yerde. Eski kalıpları tekrar etmemeye, bunun yerine şifa veren sözler bulmaya karar vermek… Ve bazen tek bir yeni cümle, bir hayatın hikâyesini baştan yazmaya yeter.


