Çoğu zaman küçük bir hareketle başlıyor. Telefonda yukarı kaydıran bir başparmak. Sıradan, birkaç saniyelik bir şey; otobüsü beklerken ya da kahve molasında nefeslenirken. Ve aniden bir başlık, karanlıkta havlayan bir köpek gibi üstümüze atılıyor:
“Kimsenin bilmediği gerçek – ve neden her şeyi değiştiriyor!”
Ya da:
“Bu haber ağı sallıyor – ve SEN de etkileneceksin!”
İşte o an geliyor: başparmak duraksıyor. Göz manşette asılı kalıyor. Ve… tıklıyoruz.
Manşetler neden bu kadar değişti?
İnternet yazılı sözü yok etmedi, dönüştürdü. Bir zamanlar gazetelerin ilk sayfasında sakin, düzenli, sade başlıklar vardı. Bugünse manşetler sürekli çalan bir reklam davulu gibi. Amaç belli: dikkat çekmek. Birkaç saniye, bir tık, küçücük bir ilgi parıltısı… dijital çağın yeni altını bu.
Bu dönüşüm tesadüf değil. İnternetin kuralları var: çevrim içi ortamda insanlar okumaktan çok seçiyor. Saniyeler içinde. Ve göze çarpmayan, kayboluyor. Bu yüzden kelimeler sertleşiyor, duygular abartılıyor, dram çoğalıyor. Çoğunlukla da olumsuzluk öne çıkıyor. Çünkü kötü haberler daha hızlı yakalıyor. Bu, karanlık bir medya komplosu değil; insan beyninin doğal refleksi. Binlerce yıl boyunca hayatta kalmak için tehditlere çiçeklerden daha hızlı tepki verdik.
Peki sonuç?
Zamanla seyirci bu yüksek sese alışıyor. Dün şok eden şey, bugün omuz silkmesiyle geçiliyor. Çare? Daha da bağırmak. Daha kışkırtıcı, daha kişisel olmak. Bu yüzden artık “Hükümet vergileri artırdı” demiyoruz; “Sen daha fazla ödeyeceksin – ve kimse onları durdurmuyor!” okuyoruz. Dil değişti: bilgilendirici olmaktan çok yönlendirici oldu. Sadece haber vermiyor, harekete geçirmeye çalışıyor. Hem de hemen.
Daha uzun, daha kişisel, daha samimi
Araştırmalar gösteriyor: Manşetlerin uzunluğu arttı. Artık kısa ve öz değil; bir hikâye anlatıyor. Çoğu zaman, berberdeki sohbet kadar samimi bir tonda. Haber sanki bizimle konuşuyor: “Sen” diyerek, “Bunu mutlaka bilmelisin!” diye bastırarak. Sorular da artıyor: “Nasıl oldu?”, “Arkasında ne var?”, “Sen bunu neden bilmiyorsun?” Bu sorular, içimizde merak mekanizmasını tetikliyor. Ve biz de tıklıyoruz.
Ama bu oyunun bir bedeli var: Bilgi küçülüyor. Asıl içerik geri planda kalıyor. Manşet büyük bir sansasyon vaat ediyor, ama çoğu zaman içi boş çıkıyor. Hayal kırıklığı yaratıyor. Yine de bir sonrakine tıklamaktan alıkoymuyor. Bu, cazibe ve hayal kırıklığı arasında gidip gelen bir döngü. Ve biz bu oyunun parçasıyız.
Okuyucu için ders ne?
Her haber merkezi aynı yöntemi kullanmasa da, “dikkat ekonomisi” herkesi içine çekiyor. Ciddiyet iddiasındaki medya bile tamamen kaçamıyor. Başlıklara bakıldığında, bulvar gazeteciliğiyle kalite gazeteciliği arasındaki fark bazen neredeyse görünmez hale geliyor.
O halde bize düşen nedir? Belki de daha dikkatli olmak. Hangi yöntemlerle dikkatimizi çekmeye çalıştıklarını fark etmek. Belki de manşetin ötesine bakmayı yeniden öğrenmek. Hatta kendimize şu soruyu sormak: Gerçek bilgi mi arıyoruz, yoksa sadece yeni bir heyecan mı?
Çünkü her manşet, yalnızca haber dünyasının değil, bizim medya alışkanlıklarımızın da aynasıdır. Eğer sadece bizi “bağırarak çağıran” şeyleri okuyorsak, sessiz olan kaybolur. Oysa sessizliğin içinde çoğu zaman bizi gerçekten geliştiren bilgiler saklıdır.
Belki de değişimin anahtarı, kaydırmadan önceki o küçücük duraklamadadır.


