Trafik yoğundu o gün.
Arabada ben ve Adnan vardık. Alışveriş için yoldaydık.
Her şey normaldi, ta ki arkadan bir aracın gelip bize çarpmasına kadar.
Bir anda sarsıldık. Arabadan indik.
Baktık, arkadan çarpan 25 yaşlarında genç bir bayandı – Hanife.
Önce Fransızca konuştu, sonra Türk olduğumuzu anlayınca Türkçeye geçti.
Ve başladı ağlamaya… “Babam duyarsa…”, “Ne olur polisi çağırmayın…” derken, bir anda ortalık gözyaşına boğuldu.
Ben soğukkanlı kalmaya çalıştım, birkaç fotoğraf çektim. Çünkü kural budur – böyle durumlarda duygular değil, belgeler konuşur.
Fakat Hanife hemen tepki gösterdi:
“Niye resim çekiyorsun?” dedi.
Ben de sakin bir sesle, “Bu normal bir prosedür, arabayı eksperte götürürsünüz, sigorta halleder,” dedim.
Ama ne kadar anlatmaya kalksam, Hanife’nin gözyaşları Adnan için ağır bastı.
Adnan etkilendi, beni susturmaya çalıştı.
Bir anda öyle bir hava oluştu ki, neredeyse iki taraf için de suçlu olan benmişim gibi hissettim.
Hanife, ağlamayı kesmeden birden çıktı:
“Masraf neyse ben öderim! Babam duymasın, ben kızım diye yükleniyorsunuz!” dedi.
Birkaç cümle daha ekledi, neredeyse yalvarır şekilde:
“Ne olur polisi çağırmayın, babam duymasın – kendi aramızda halledelim. 200 euro veririm, taksit taksit de öderim.”
Sesi titriyordu ama sözleri kararlıydı; bir savunma kalkanı gibiydi.
Bu sözlerden anlaşılıyordu ki Hanife daha önce benzer durumları ağlayıp mağdur rolü oynayarak kapatmıştı.
Yüzündeki ifade, “bunu yine atlatırım” güvenini veriyordu. Bu kez ise orada duran ben, o planı engelleyen tek kişiydim.
Eğer ekspere gidilseydi, hasarın görünenden büyük olduğu ortaya çıkabilirdi; bu açıdan teknik olarak haklıydım – fotoğraf ve tutanak önemliydi.
Fakat benim asıl derdim, hasarın büyüklüğü değildi: Sorun, davranış ve ahlaki tercih meselesiydi.
Bir teklifin “çözelim, para veririm, kapatalım” diye alınması; suçu örtbas etme eğilimini pekiştirir. Toplum açısından bunun yarattığı zarar, birkaç yüz eurodan çok daha büyüktür.
O an düşündüm:
Bazı insanlar çocukluktan beri ağlayarak kurtulmayı öğreniyor.
Zamanla bu bir alışkanlığa, hatta karaktere dönüşüyor.
Oysa insan, hatasını kabul ettiğinde büyür.
Ağlamak çözüm değildir, sadece anlık bir savunmadır.
Ama asıl düşündürücü olan şu:
Hanife’nin “babam duymasın” korkusu nereden geliyor?
Evin içindeki baba rolü, çocuğun davranışını şekillendirir.
Eğer bir çocuk babasından korkuyorsa, o korku sadece bir kazada değil, hayatın her alanında ona eşlik eder.
Yanlış yaptığında kabul etmek yerine gizlemeyi, ağlamayı, kaçmayı öğrenir.
Ve bu, küçük yaşta başlar; büyüdüğünde de aynı refleksle devam eder.
Belki de bu tür olaylarda sadece kazayı değil, korkunun kökünü de sorgulamalıyız.
Bir çocuk “babam duymasın” diyorsa, orada bir şey eksiktir – güven, anlayış, merhamet…
Babalar olarak bunu düşünmemiz gerekir:
Bir gün gerçekten büyük bir şey olduğunda, çocuk yine “babam duymasın” mı diyecek, yoksa “babam bana yardım eder” mi diyecek?
Sonunda ne yazılı bir tutanak tutuldu, ne sigorta çağrıldı.
Olay “ufak tefek” denilerek kapatıldı.
Ama bana göre o gün yaşanan en büyük hasar arabada değil, davranışlarda oldu.
Küçük bir kaza, büyük bir ders bıraktı geriye:
Haklı olmak başka, duygusal görünmek başka.
Ve bazen gözyaşı, gerçeği değil – sadece zayıflığı gösterir.


