Birçok ailede sıkça tekrar eden bir tablo var: Anne-baba, çocuğu için en iyisini istediğine inanıyor. Daha çok ders çalışsın, daha az telefona baksın, daha fazla dışarı çıksın ama doğru arkadaşlarla olsun, müzik yapsın ama “gereksiz vakit kaybetmesin”, spora gitsin ama derslerini de ihmal etmesin… Liste uzayıp gidiyor.
İyi niyetle başlayan bu talepler, zamanla gençlerin üzerinde görünmez bir baskıya dönüşüyor. Genç, kendini sıkışmış hissediyor. Ne yapsa tam beğenilmiyor. İstediği şeyler “yanlış”, yaptığı şeyler “eksik”. İşte o noktada başlıyor sessiz direniş.
Bu direniş, her zaman yüksek sesle bağırmak ya da kapıları çarpmak şeklinde olmuyor. Bazen susarak oluyor. Bazen odasına çekilerek, bazen kısa cevaplarla, bazen de hiçbir şey söylemeyerek. Sessizlik, bir tür savunma oluyor. Çünkü gençler biliyor: Ne derlerse desinler, ya dinlenmeyecek ya da eleştirilecek.
Psikologların da dikkat çektiği bir nokta var: Aşırı kontrolcü ailelerde büyüyen gençler, ya tamamen isyana yöneliyor ya da sessizleşip içlerine kapanıyor. İkisinin ortak noktası şu: Kendilerini ifade etmenin yollarını kaybediyorlar.
Oysa ergenlik dönemi, kimlik arayışının en yoğun olduğu yıllardır. Gencin, kendi fikirlerini denemeye, hata yapmaya, sorgulamaya hakkı vardır. Bu süreç, bir ödevden daha değerlidir; çünkü gelecekteki karakterin temelini oluşturur.
Anne-babaların niyeti kötü değil, ama bazen fark etmeden çocuklarının sesini bastırıyorlar. Soru şu: “Gerçekten onları koruyor muyuz, yoksa kendi korkularımızı mı çocuklarımıza yüklüyoruz?”
Belki de yapılması gereken şey, daha çok dinlemek. Daha az yargılamak. Gençlerin sessiz direnişlerini anlamaya çalışmak. Çünkü o sessizlik, çoğu zaman “beni duyun” diye atılan bir çığlıktır.


