Türkiye’nin son dönemde hız verdiği yenilenebilir enerji yatırımları umut verici görünüyor. Güneş tarlaları büyüyor, rüzgâr tribünleri Anadolu’nun farklı bölgelerinde yükseliyor. Rakamlar iddialı: 2035’e kadar enerji üretiminde yenilenebilir payını %55’e çıkarma hedefi.
Ama işin özü şu: Bu sadece enerji meselesi değil, aynı zamanda bir zihniyet sınavı.
Bugün kurulan paneller, yarın fosil yakıtlara bağımlılığı azaltacak mı, yoksa yalnızca “yeşil vitrin” işlevi mi görecek? Çoğu zaman projeler çevreye duyarlı başlasa da, uygulamada başka sorunlara yol açabiliyor. Örneğin, güneş enerjisi için kullanılan devasa alanlar tarım topraklarını daraltıyor mu? Rüzgâr santralleri gerçekten köylünün hayatına katkı sağlıyor mu, yoksa yeni bir rant düzeni mi oluşturuyor?
Yeşil enerjiye geçiş, kağıt üzerindeki hedeflerden ibaret olursa, gelecek kuşaklara sadece bir “plan” bırakırız. Oysa mesele yalnızca panel kurmak, tribün dikmek değil. Esas mesele şeffaflık, denetim ve halkın da bu dönüşümün bir parçası olması.
Bir başka önemli nokta da şu: Yenilenebilir enerji ucuzladıkça, halkın faturalarına nasıl yansıyacak? Eğer vatandaş hâlâ yüksek enerji maliyetleriyle boğuşuyorsa, “yeşil enerji” kavramı yalnızca raporların süslü başlığı olarak kalır.
Türkiye için yeşil enerji bir tercih değil, zorunluluk. Ama yol ayrımı burada: Bu hamle, topluma nefes aldıran bir adım mı olacak, yoksa sadece yeni bir ekonomik yük mü?
Enerji dönüşümünü gerçekten halkın yaşamına dokunan bir hikâyeye çevirebilecek miyiz, yoksa yalnızca bir yatırım projesi olarak mı kalacak?


