Akdeniz kıyıları yine alevlerle boğuşuyor. Yunanistan, İtalya, İspanya ve Türkiye’nin güney sahilleri günlerdir devam eden yangınlarla mücadele ediyor. Avrupa’da da Portekiz’den Fransa’ya kadar farklı bölgelerden yükselen duman, yaz aylarının yeni “normalini” gözler önüne seriyor.
Her yaz aynı manzarayı yaşıyoruz: Kırmızıya bürünmüş haritalar, boşaltılan köyler, kilometrelerce ilerleyen alevler… Peki bu noktada asıl soru şu değil mi: Neden her yıl aynı tabloyla karşılaşıyoruz ve neden önlemler hep yangın çıktıktan sonra gündeme geliyor?
Bilim insanları yıllardır uyarıyor: Artan sıcaklıklar, kuraklık ve yanlış arazi kullanımı, yangınların hem sayısını hem de şiddetini artırıyor. İklim krizi artık uzak bir gelecek değil, yanı başımızda. Ama gündelik siyasetin içinde bu uyarılar ne kadar duyuluyor?
Avrupa Birliği yangın söndürme filolarını genişletmeye çalışıyor, Türkiye yeni helikopterler ve uçaklar kiralıyor. Ama soru şu: Bu adımlar geçici çözümler mi, yoksa uzun vadeli bir stratejinin parçası mı?
Bir diğer boyut da yerel halk. Orman köylerinde yaşayan insanlar evlerini, hayvanlarını, yılların emeğini kaybediyor. Onların sesi çoğu zaman istatistiklerin gölgesinde kalıyor. Yangın sadece ağaçları değil, insan hayatını da yakıyor.
Belki de asıl mesele şu: Yangınlarla mücadele sadece söndürmekle değil, önceden önlem almakla mümkün. İklim krizi çağında, orman yönetiminden şehir planlamasına kadar her alanda “yeni normal”i kabul etmek gerekiyor.
Ama en kritik soru hâlâ ortada: Biz gerçekten bu krizi ciddiye alıyor muyuz, yoksa her yaz aynı haberleri izlemeye razı mıyız?


