Herkes bilir o anı: Kalbin hızla çarptığı, ellerin terlediği, kelimelerin içten fışkırmak için kaynayan su gibi yüzeye doğru yükseldiği o an. Baş doludur, kalp ağırdır ve arada bir yerde şu soru belirir:
Şimdi mi doğru zaman düğümü çözmek için?
Yoksa bu sadece öfkenin direksiyona geçmesi, mantığın ise kenarda bekleyip “ben de gelebilir miyim?” diye sorması mıdır?
Psikoloji bu durumu içsel bir kısa devre olarak tanımlar. Beynin duygusal merkezi olan limbik sistem, bu anlarda öyle hızlı sinyaller gönderir ki, aklın süzgeci olan ön korteks onları filtrelemeye yetişemez. Yani aslında modern insan, o anda hâlâ taş devrindeymiş gibi tepki verir: Kaç ya da savaş. Ama biz artık vahşi doğada değiliz; çoğu zaman bir konuşmanın ortasındayız ve bazen tek bir kelime, her şeyi alt üst edebiliyor.
Peki, doğru an ne zaman?
Bilim insanları duyguları dalgalara benzetiyor. Duygu dalgası en yüksek noktasındayken gözümüz kararır, nefesimiz daralır, görüş alanımız küçülür. Ancak dalga biraz çekildiğinde, nefes düzene girdiğinde, işte o zaman ufuk yeniden açılır. O an konuşmak mümkündür. Asıl kilit nokta, acının en yoğun olduğu an değil; netliğin geri döndüğü andır.
Ama hayat her zaman bekleme fırsatı sunmaz. İş yerinde birinin sınırı aşması, eşin aynı hatayı onuncu kez tekrarlaması, çocuğun yine inatla ortalığı dağıtması… O anlar, takvimde “şimdi konuşulmalı” diye işaretli değildir. Onlar bir nefes aralığı gibidir, iki kalp atışı arasındaki küçücük boşluk gibi.
Peki susmak mı, konuşmak mı?
Araştırmalar gösteriyor ki, bastırılmış duygular küçük yangınlar gibidir. İçimizde köz gibi kalır, bizi gece uykusuz bırakır, zihnimizde tekrar tekrar sahneler oynatır. Hiç konuşmamak bu döngüyü büyütür. Ama öfke dalgasının tepesinde konuşmak da geride yıkıntılar bırakır. Doğru olan, işte tam bu ikisinin arasındaki ince çizgiyi yakalamaktır: cesaret ve doğru zaman.
Kimi zaman konuşmak dünyayı değiştirmez, ama bizim içimizi değiştirir. Sessizliği yaran o kelimeler bazen sadece bizi özgürleştirir. Örneğin, size zor gününde destek olduğunuz bir arkadaş aylarca ortadan kaybolmuş. İçinizde haftalarca sıkışan hisler birikir. Sonunda, öfkenin değil, açıklığın olduğu bir akşam “Ben senin için vardım, ama sen beni yalnız bıraktın” diyebildiğinizde, belki şaşkınlıkla bakar, belki omuz silkeler. Ama siz, o andan sonra daha dik durursunuz.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta:
Nefes hâlâ hızlı mı? Ses hâlâ öfkeyle mi titriyor? Karşınızdaki kişi yorgun, stresli, patlamaya hazır mı? O zaman kıvılcım benzin bidonuna düşebilir. Birkaç saat ya da bir gün beklemek, duygunun özünü süzmek için en iyisidir. Çünkü çoğu kez kızgınlık, bekledikçe küçülür, geriye sadece söylenmesi gereken öz kalır.
Bazen mizah da köprü olabilir. Bir tebessüm, bir göz kırpma, gerginliği yumuşatır. Her söz fırtına gibi esmek zorunda değildir; bazen hafif bir esinti bile yeter. Ve bazen de susmak daha doğrudur – çünkü o an söylenecek hiçbir söz karşıya ulaşmayacaktır.
Sonuçta mesele hiç kavga etmemek değil; kavganın ne zaman sohbete dönüşebileceğini fark etmektir. Hayat, küçük kıvılcımlarla dolu. Onlardan çıkan ateş, kimi zaman ısıtır, kimi zaman yakar. O farkı yaratan, kelimeleri hangi anda söylediğimiz ve nasıl söylediğimizdir.


