Gündelik hayatımızda birçok sıradan şey yaşanıyor: işe gidiyoruz, çocuklarımız okula gidiyor, sokakta insanlar yürüyor, pazar yerinde sebzeler satılıyor. Fakat haberleri açtığımızda ya da sohbetlere kulak kabarttığımızda, sürekli olağandışı, uç, şoke edici olayların konuşulduğunu görüyoruz. Neden?
Bir kadın yoldan geçen bir araca taş atıyor. Bir sahilde roket başlığı bulunuyor. Birileri yurt dışına kobra zehri satmaya çalışıyor. Bunlar hayatımızın çok küçük bir yüzdesini oluşturuyor, fakat zihinlerimizi en çok işgal edenler yine bunlar oluyor.
Peki bu neden böyle?
Belki de insan zihni sıradanı kolayca atlatıyor. Çünkü sıradan olan güvenlik demek, alışkanlık demek, bilineni tekrar etmek demek. Ama olağandışı olan, bizi şaşırtıyor, hatta korkutuyor. Beynimiz tehdit ihtimaline karşı daha duyarlı çalışıyor. “Dikkat et, bak böyle şeyler de var” diyor.
Fakat bunun da bir bedeli var. Sürekli olağandışı olaylarla beslenen bir toplum, kendini sürekli olağanüstü koşullarda hissediyor. Sanki hayatın her köşesinde bir tehlike varmış gibi. Oysa gerçek böyle değil. Çoğu gün hiçbir felaket olmuyor. Çoğu insan suça bulaşmadan hayatını sürdürüyor. Çoğu olay, manşetlere çıkmaya değmeyecek kadar normal seyrediyor.
Ama biz normal olanı konuşmayı pek sevmiyoruz. “Bugün de sokakta kimse birbirine bağırmadı” diye manşet atan bir gazete düşünün… Kim alırdı ki? “Bugün de insanlar işine gitti, çocuklar parkta oynadı” desek, kim paylaşırdı? Oysa tam da hayatın özü burada gizli.
Olağandışıya bakarken, sıradanın değerini kaybetme riskimiz yok mu? Bir olayın tuhaflığına takılıp kalırken, asıl hayatı –günün sessizliğini, huzuru, sıradan mutluluğu– görmezden geliyoruz belki de.
Belki bu yüzden kendimize şu soruyu sormalıyız:
Aslında biz gerçekten neyi konuşmak istiyoruz? Olağanüstüyü mü, yoksa hayatımızın esasını oluşturan o küçük, ama çok değerli sıradan anları mı?



